25 Eylül 2010 Cumartesi

Yüreğim bugün yine çok kırgın !

Öyle kırgın öyle dolu ki yüreğim her nefes alışım da param parça olduğumu hissediyorum . Acı çekiyorum .Neyin acısı diye merak ediyorum sonra aşk değil! Evet evet aşk kesinlikle değil!...
Peki ya ney ??
Düşünüyorum amansız bir şekilde ve buluyorum insanlar beni çok kırdı çok ...

23 Eylül 2010 Perşembe

Güneş Kız...








Bu dönemki tüm sıkıntılarımın için beni mutlu eden tek güzellik :) İyi ki bu güzelliğin fotoğraflarını çekmişim .Kim bu diye sormayın sakın bende tanımıyorum :D

Küfür küfür küfür :@

Kaçıp gidesim var o dayetmedi değil mi ağız dolusu küfredesim var :@

21 Eylül 2010 Salı

Balat'ta hayat ...









Geçen pazar arkadaşlarımla Balat'a çekim için gittiğimizde işte benim objektifime düşen bir kaç kare çok var ama buaraya hepsini yüklemem imkansız :D
Belki bir ara kolaj yaparım :D

18 Eylül 2010 Cumartesi

Çocuklarınızla konuşun...




Bir gün susmayı öğrendim.



Öyle bir sustum ki belki sonsuza kadar susacaktım. Çünkü susmak benim küçücük dünyamda babamla kurduğum iletişim tarzıydı. Babam akşamları eve yorgun dönerdi. Ben bütün gün evde sıkılır, onun gelişini iple çekerdim. Daha o kapıdan girer girmez boynuna atılır onunla oynamak isterdim. Babam sarılır, öper sonra da, hadi odana git, derdi. Yemek hazırlanınca annem çağırır bu defa masada bir araya gelirdik babamla. Onlar annemle konuşurken ben araya girer, sesimi duyuramayınca da bağırırdım. Babam sinirlenir, 'Bütün gün insanlara kafa patlatmaktan bunaldım, birde sen kafamı ütüleme!' derdi. Annem de 'Bütün gün zaten seninle uğraştım, bir çift laf da mı konuşturtmayacaksı n babanla?' diye çıkışır, beni odama gönderirdi. Çaresiz bir şekilde boynumu büker odama yani hapishaneme doğru yol alırdım. Babam arkamdan, 'Bizim bir odamız bile yoktu, her şeye sahip, hâlâ ne istiyor anlamadım.' diye bağırmaya devam ederdi. 'Keşke benim de bir odam olmasaydı, keşke bizim de evimiz bir odalı olsaydı da hep birlikte otursaydık' derdim içimden; ama yüksek sesle söylemeye cesaret edemezdim.



Yemekten sonra babam kanepeye uzanır, eline kumandayı alır, televizyon seyrederdi. Beni yanına çağırır biraz severdi. Onun izleyeceği önemli birşey varsa beni adeta yerimden bile kıpırdatmazdı. Azıcık hareket edip koşup oynamaya çalışsam oda hapsim yeniden başlardı. Bir gün anladım ki susunca babamla daha iyi anlaşıyoruz. Bu defa susarak yapabileceğim oyunlar geliştirmeye başladım.



Önce resim yaparak başladım işe. Babam çizdiğim resimleri çok beğeniyor; 'Bak, böyle uslu uslu oyna işte.' diyordu. Babam bazen göz ucuyla bakıyor, resimle ilgili bir şey sorsam afallıyordu. Ama bana kızarak beni artık odama göndermiyordu. 'Son günlerde ne de akıllandı benim oğlum.' diye komşulara anlatıyordu annem halimi.



Resimlerim arttıkça ortalık dağılmaya başladı. Annem 'Odanı topla!'diye odama kapattığında işe nereden başlayacağımı bilemiyordum. Ben bunlarla uğraşırken zaman geçiyor; ama odamı toparlamayı beceremiyordum. Annem odama gelip 'Bak sana resim yapmayı yasaklayacağım. ' dedi bir gün. Susuyor olmamı usluluk olarak değerlendiren ailem resim yapmayı da elimden alırsa ben ne yapacaktım?

Bu düşüncelerle bir aile tablosu yaptım. Babam eve gelince uygun zamanı kolladım. Her zamanki gibi yemekler yendi, odaya geçildi. Babam oturur oturmaz çizdiğim resmi getirdim. Babam baktı. Hım, dedi 'Çok güzel olmuş. Bu adam benim herhalde.' dedi. Ben 'Hayır o adam değil, bu çocuk sensin.'dedim. O 'Hayır, bu adam benim, bu çocuk sensin, bu küçük kız da arkadaşın.'dedi. Ben yine 'Hayır, o büyük adam benim, bu küçük adam sensin, bu küçük kız da annem.' dedim. Babam benimle uğraşmaktan vazgeçip: 'Peki neden bizi küçük çizdin?' dedi. Heyecanla başladım anlatmaya. Ben büyüyüp adam olacağım. İş bulup çalışacağım. Siz yaşlanıp küçüleceksiniz. Beliniz ükülecek, komşumuz Ahmet amca ile Ayşe teyze gibi küçücük kalacaksınız. Ben işten geldiğimde yorgun olacağım. Siz benimle konuşmaya çalıştığınızda işyerinde kafam şişmiş olacağından sizi duymayacağım bile. Siz benimle bir şeyler paylaşmak istediğinizde 'Hadi odanıza çekilin de kafa dinleyeyim.' diyeceğim. Ve bir de bağıracağım 'Her şeylerini alıyorum. Sıcacık odaları da var, daha ne istiyorlar' diye.



Annemle babamın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Duyduklarına inanamıyorlardı .. Bana sarılıp beni öyle içten bir okşayışları vardı ki sonsuza kadar konuşsam hiç bıkmadan dinleyecekler gibiydi.



Farkında' Olmalı İnsan...



Kendisinin, Hayatın Olayların, Gidişatın Farkında Olmalı.



Ömür Dediğin Üç Gündür, Dün Geldi Geçti Yarın Meçhuldür, O Halde Ömür Dediğin Bir Gündür, O Da Bugündür.



ALINTI


Gelelim benim yorumuma;

Publiylus Syrus; “çocuğuna servet bırakmak isteyen anne baba ona iyi dinlemeyi öğretmelidir” diyor.

Peki ya anne ve babalar ne kadar dinlemeyi biliyor? Neleri paylaşabil...iyor çocuklarıyla? Nasıl gösteriyorlar sevgilerini? Dahası acaba başarabiliyorlar mı ANNE ve BABA olabilmeyi?

Keşke koşullar dâhilinde değil de yürekten hissettire bilseler onlara olan sevgilerini...

Aslında anne ve babalarından istedikleri şey çok değildir. Sadece sevginin dili bilmek gerekir.

Onların kişiliklerini oturtacak ve kendine güvenlerini sağlayacak güzel cümleler.. Onlarla geçirile bilecek sağlıklı bir zaman, mutlu olmalarını sağlaya bilecek belki küçük hediyeler, yapabileceklerine inandıkları işlerde onlarla konuşarak size yardımlarını sağlamak. Ve en önemlisi, fiziksel temas. Şefkatle küçücük bir dokunuş ya da yanağına usulca kondurula bilecek öpücük.
Sonra, seni seviyorum kelimesi en masum varlıklara söylemek öylesine önemli ki …

Düşününce hiç de zor değil de bunların hiç biri neden yapılamaz hala anlayamıyorum!..

"Duymak, dinlemek, konuşmak ve hissettire bilmek çok önemli !”

15 Eylül 2010 Çarşamba

Yalnızlık !...

Ey!Portakal rengindeki hayat sanırım yalnız kalmaya ihtiyacım var!!!Şöyle yanımda en iyi dostumla birlikte ama hiç konuşmadan saatlerce yürümek istiyorum .Sonra bir banka oturup denizi izlemek ve sessizce kitap okumak istiyorum!...

12 Eylül 2010 Pazar

...






Kapı çalındı ve SUS içeri girdi ...SESSİZLİK ise ona eşlik ediyor şimdi!...

8 Eylül 2010 Çarşamba

Kırgın Mıyım?




Kırgın mıyım? Çokça....Peki nasıl geçer bu. İnsanların yüreğinizde açtığı yaralar ne ile geçer,ne örter üstünü?Neden kaybetmek kolaydır her zaman da ,kazanmak zor. Bile bile nasıl hoyratça harcarız ki sevgileri. Kırıldı mı; içinizdeki tüm kuşlar göç hazırlığına başlar ve sesizce terkederler, zamanın geldiğini bilerek habersiz. Öyle; işte öyle bir şey...!Kızmış olsan bile, bir daha yüzünü görmemek hangi kalıba sığar, bir insanın; yaşamın kısalığında...

Kırgınım! Bir vazo yere düşer, ya da bir bardak,cep telefonu,oyuncak bebeğiniz,mutlak en çok sevdiğiniz şey,bir uçurumdan aşağı düşer gibi çok yüksekten düşer ve paramparça olur, paramparça; öyle küçük parçalara ayrılır ki, öyle küçük parçalara....Bu; işte böyle bir şey...!

Kalbim mi,yüreğim mi ,beyni mi düşen ve parçalara ayrılan ve hangisi daha çok hissediyorsa bilmem...

Beynimde dönen sözler,bu son mesajım diye başlamadan önce hiç düşünmezler mi insanlar, kaçırdıklarını; bir daha geri gelmeyecek dünleri ve yarınları. Bunlar nasıl sözlerdir ki saplandıkça oklar yüreğe daha derin izler bırakır? Bu nasıl sözlerdir ki,varı yoğu siler, götürür? Bu nasıl bir şeydir ki bazı insanların sözlerine gülerken bazılarının ki canınızı acıtır? Bu; öyle işte, öyle bir şey...!

Zaman ilaç mıdır yaralara. Oysa bazı yaralar vardır hiç kapanmaz, ne kadar kötü olursa olsun adına sevilen denilenin ,verdiği tüm zararları yüklenip, gülümsersiniz. Zaman her yaraya değildir ilaç. Sadece yüreği dağlayan ateş azalır ya da alışılır yürek ağrısıyla yaşanmaya ama bir gün bir yerde ansızın ateş geri döner veya yürek ağrısı ansızın şiddetlenir; bir anıyla, bir şarkıyla bir şiirle, bir kokuyla... Hayat böyledir ; garip ayrıntılarla dolu, hiç beklemediğimiz bir zamanda yüzümüze değer tokadı. O saatten sonra, eğer varsa hataların; pişman olsan ne yazar, üzülsen ne! Önemli olan yaşarken pişman olmamak, çokça yüreğin sesini dinlemektir...Yüreğin bir sesi vardır başka,en güzel dostudur mantık katı kuralları fazla hatırlanmadan tutabilirse, yüreğin eli; elini...

Zaman ilaç olmuyor bana,hiç olmadı da zaten.Yara izleri okların saplandığı gibi duruyor,çizildiği gibi duruyor.Bu böyle bir şey, işte tam böyle...

Bazen keyifli yüzlerce büyük şey olsa bile, yüreğinizde yağmur varsa ve ya yağmur bile olmayacak gibi bir buz kütlesi duruyorsa; donmuş, güneşe dönmeli yüzü...Sizin güneşiniz her neyse, bir dost,bir kitap, bir müzik,bir fotoğraf,bir yüzük, neyse, her neyse...

Kırgın mıyım?Kırgınım, hem de çokça. Büyük harflerle yazmalı, altı çizilmeli ve en kısa zamanda güneşimi bulmaya gitmeli



-alıntı-



Bugün gerçekden de çok kırgınım tüm herkese...
Kırmamak için onları çekildim köşeme susuyorum sadece ..

6 Eylül 2010 Pazartesi

Çengelköy de Muhteşem Bir Pazar Günü ..

Çengelköy ve dün nasıl güzeldi anlatamam . İstanbul da şahane bir pazar günü dışarıda hava yağmurlu , herşeye rağman yılmayan abla kardeş karar verdik dışarıda buluşmak için ve mekan ablam tarafından seçildi. ÇENGELKÖY!

Yıllardır gitmek isteyip de gidemedğim o güzelliğe dün kavuştum sonunda... Küçüklüğümde "Süper Baba" adında bir dizi vardı çok severdim belki sizlerde hatırlarsınız .Hatırladınız mı?
-Haaa tamam bildik derdiğinizi duyar gibiyim. :) İşte, o diziyle başlamıştı benim Çengelköy ile olan aşkım ama sonun da yıllardır beklediğime deydi be kardeşim!

Abla ile beraber Erbap kafede buluşuldu ve saatlerce oturuldukdan sonra hadi yağmurda ıslanalım dendi.Ve sonrasın da ablam burayı hatırladın mı gibi sorular yönelti.. Bende ki yanıt ise;
- Evet abla, hatırladım.( Nasıl unutabilirim ki , yıllardır izlediğim bir diziydi ve her yer hafızama kazılıydı :) )

Gün sonuna doğru Çınaraltına gidildi ve karınlar doyuruldu.Üstüne çaylar ve sigaralar tüttürüldü :) Ohhhh mis :d
Sonra ablam ile yaptığım keyifli bir muhabbet ve alışveriş :D
En üzücü kısmı ise veda anı oldu çünkü , ben çok eğlenmiştim ve eve gitmek istemiyordum . Ama olsun herşey tadında güzel :D
Sonuç olarak ; Çengelköy'e gidilmeli ve şahane bir gün geçirilmeli :)