28 Aralık 2010 Salı

14 Aralık 2010 Salı

Benim de artık ....

Benim de artık Nikon D5000 'im var yaaa ...
Ama daha önceki fotoğraf makinem Canon küçük bir modeli olduğundan henüz makineme alışamadım hiç bişey bilmiyorum :( Renklerini ayarlayamadım henüz ve en çok merak ettiğim şey ise flu çekim nasıl yapılır ?
Bilen birileri varsa nolur söylesin!




6 Aralık 2010 Pazartesi

15 Kasım 2010 Pazartesi

Heyo :)

İçinde sevginin barındığı, çocukların kaçırılıp tacize
uğramadığı ya da organ mafyalarının eline düşmediği ailelerin yüreklerinin
yanmadığı, büyüklerimizin huzurevlerinde yalnız bırakılmadığı dostluğun,
kardeşliğin arşa kadar ulaştığı nice bayramlar diliyorum hepinize… Bayramımız
mübarek olsun dostlar…

6 Ekim 2010 Çarşamba

Başkalarının mutluluğu ile mutlu olmasını bilen güzel insan,





Başkalarının mutluluğu ile mutlu olmasını bilen güzel insan,
Türkan SAYLAN
Hayatını ola bildiğince hızlı fakat emin adımlarla yaşamış bilim isnsanı ...

Son dönemde okuduğum en güzel kitap asla pişman olmadıklarımdan olduğunu günül rahatlıyla itiraf edebilirim .
...Kitabı okurken bir çok yerinde hüzünlendim zaman zaman gülümsedim ama en çok da öğrendim . Neyi ya da neleri olduğu çok önemli ama uzun tutmak istemediğim den sadece şunu söyleyebilirim asla “Ön yargıyla yaklaşmamayı öğrendim !...” Sevginin bir insanın yüreğini nasıl iyleştirebileceğini öğrendim! ..
-Diyebilirsiniz ki sen bunları bilmiyormuydun bu kitabitabı okurken mi öğrendin bunları ?
-Evet biliyordum ve bildiklerimin doğru olduğununa emin olduğumu öğrendim ve mutlu oldum . Doğru yoldaymışım heyhattt!

Ve adına yazılmış en son kitap Ayşe KULİN’in Tek ve Tek Başına Türkan isimli kitapdan notlar ,

Sıkı bir dini eğitimden geçmeme, çocukluğumu sofu sofu babaannemin anlattığı hurafeleri dinleyerek geçirmeme, esaslı bir dini eğitim almama, İslam’ı kendini sıkı Müslüman zanneden pek çok kişiden daha iyi kavramış olmama rağmen, bir takım kötü niyetli insanlar “gâvur” olduğumu iddia edip dururlar. Bu kelimeyi de hiç sevmem. Müslüman olmayanları küçültücü bir şekilde ayrıştırmak, edepsizlikten başka bir şey değildir, bence. Tüm dinlerin Allah’a giden bir yolda vasıta olduğu bildiğim için, hayatım boyunca hiçbir dini küçümsemedim. Bizim kitabımız diğer kitapların peygamberlerine saygı talep eder zaten. Kendimi ise sadece ve hep Müslüman bildim. İlk dini eğitimim çok küçük yaşta, evde başlamıştı. Çocukken namazı, abdesti ve kuran surelerini babaannemizden öğrenmiştik ama bilinçli Müslümanlar olmamız için, ilkokula başladığımızda babam okulumuzun Türkçe öğretmeninden bana ve kardeşlerime özel din derslerini verilmesini istemişti. Hafız Ahmet Bey sayesinde, ben, iyi bir müslümanın dürüst, temiz, çalışkan, yardımsever, başkalarını açken tokluğundan rahatsızlık duyan, hak yemeyen, haksızlık etmeyen ve gösterişten uzak duran bir insan olması gerektiğini, çalışmanın da bir nevi ibadet olduğunu küçük yaşta öğrendim. Hocam bizlere Allah korkusu değil Allah sevgisi aşılamıştı. Hocamın çocuklarıyla ramazanda birlikte teraviye giderdik.
--Türkan Saylan din hocasının ona sorduğu duaları hiç hata yapmadan okuyarak nasıl bir Müslüman olduğunu göstermiş. (Annesinin yabancı bir insan olmasına rağmen kendisinin samimi bir şekilde tüm duaları bildiğini göstermiştir öğretmenine ve arkadaşları ancak genede hata yapmakdan çekindiği için sadece bildiğini söylemiştir öğretmenine ).

Halime’nin hikâyesi;
Çığ altında kalmış, kurtarıldığında bacakları donmuş bir genç kız bu. Doktorlar bacaklarını kesecekken Türkan Hanım’ı çağırıyorlar. O da cüzzamla mücadele için tesadüfen Elazığ’da. Türkan Hanım kızın bacakları kesilirse hayatı biteceğini biliyor, çünkü ne evlenebilir, ne iş yapabilir. Sabaha kadar kızın bacaklarını muayene ediyor. Bir ara bir sıcaklık hissediyor. “Acaba elimin sıcaklığı mı” diyor, gidip ellerini buz gibi suyla yıkayıp tekrar kontrol ediyor. Saatlerce... Sonra “Bu bacakta can var” diyor. Ama bacağı kurtarmak için donmuş ayak parmaklarını, pensle çıt çıt kesiyor. O kadın bu sayede yaşamış ve evlenmiş. Ama bacakları kesilseydi tüm hayatı bitecekti.
Not: Kitapda o kadar yaşanmışlıklara dair örnek var ki ben sadece bunları yazabildim sizler için .
Kitabın ismi de hakkaten çok doğru, hayatı boyunca hep tek kalmış, tabi çok sevdiği hastaları, oğulları, dostlarını saymazsak.

Ve Türkan SAYLAN bakalım 74 yıla neler sığdırılmış ;

Çocuk Saylan ;
1935 yılında soğuk bir Aralık günü İstanbul da dünyaya gözlerini açtı,18 Mayıs 2009’da tüm sevdiklerini geride bırakarak hayata veda etti.
Cumhuriyet döneminin ünlü müteahhitlerinden Fasih Galip Bey ile evlendikten sonra Müslüman olup Leyla adını alan İsviçreli Lili Mina Raiman çiftinin beş çocuğunun en büyüğüydü. Kardeşileri Tuğrul, Turgut ,Turhan (kız kardeşi) ve evin en küçüğü Gündüz .
Aşırı disiplinli bir annenin katı kurallarıyla büyümüş.Buarada kardeşleri ile birlikte din adamı Hafız Ahmet Bey’den din eğitimi almıştı.Okul döneminde bir çok arkadaşının bilmediği duaları tam olarak ve anlamlarıyla bilirmiş.
1944 – 1946 yıllarında Kandilli İlkokulu ve 1946 – 1953 yıllarında Kandilli Kız Lisesin’nde okumuş.1963 ‘de İstanbul Tıp Fakültesini bitirmiştir.

Doktor Saylan...

Kandilli Kız Lisesi ve İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitiren Saylan, 1964-1968 yılları arasında SSK Nişantaşı Hastanesi’nde Deri ve Zührevi hastalıklar alanında uzmanlık yaptı ve bu alan da uzman olan Türkiye’nin yedinci kadınıydı.Akademik hayatına 1968 yılında İstanbul Tıp Fakültesi Dermotoloji Anabilim dalında başasistanlık ,1971 den sonra ise İngiltere’de eğitim gördü.74 yılında Fransa ‘ da 76 yılında ise İngiltere de kısa süreli çalışmalarda bulundu. 1977 de profesörlük ünvanına sahip oldu . Ve o günden sonra Pr. Dr. Türkan SAYLAN olarak anılmaya başladı. Adını ilk kez 1970’lerde cüzzama karşı verdiği mücadele ile duyurdu.1976 yılında Tüm Anadolu’yu adım adım gezdi, “Hepimiz bir aileyiz” sloganıyla cüzzamı yendi. Cüzzamla Savaş Derneği ve Cüzzamla Savaş Vakfı’nı kurdu ve 1986’da Hindistan’da “Uluslararası Gandhi Ödülü”ne layık görüldü.
Dünya Sağlık Örgütü’nün Lepra danışmanlığını, Uluslararası Lepra Birliği’nin kurucu üyeliğini yapan Saylan, İstanbul Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Başkanlığı’nı ve 21 yıl Sağlık Bakanlığı İstanbul Lepra Hastanesi Başhekimliği’ni gönüllü olarak yaptı. Sayısız insan hakları, barış, onur ve hizmet ödülü aldı, 500’e yakın da yayına imza attı.
2006 yılına kadar Dünya sağlık örgütünün Lepra (Cüzzam) hastalığı konusunda baş danışmanlık yaptı.1981 -2002 yılları arasında gönüllü olarak Sağlık Bakanlığı İstanbul Lepra Hastanesinin Başhekimliğini yaptı.

Türkan Saylan bununla da kalmadı… 1990 yılında İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi kuruluşunda görev aldı. Kadın Sağlığı Derslerinin 1995′e kadar Müdür Yardımcılığı ve koordinatörlük görevlerinde de bulundu.
Mezun olduğu Kandilli Kız Lisesi için, Kültür ve Eğitim Vakfının (KANKEV) kuruculuğunu ve başkanlığını yaptı. İstanbul Tabip Odası ve Korunmaya Muhtaç Çocuklar vakfı üyeliğinde bulundu. Emekli olduktan sonra 9. Cumhurbaşkanı Demirel tarafından, 31.03.2000 yılında Sosyal Hizmetler Danış Kurulu üyeliğine seçildi. 10. Cumhurbaşkanı Sezer tarafından 2001 – 2007 arası YÖK üyeliğine atandı. 2003-2004 yılları arasında “Başbakanlık İnsan Hakları Danış Kurulu “ üyeliğinde de bulundu.
Tüm çalışmaları tabiki bunlarla sınırlı değildi .O bütün bu yoğunluğunun arasın da ayrıca evli ve iki çocuk annesiydi. İlk oğlu Çağlayan’a hamileliği sırasında verem olduğunu öğrendi ve tadavisi süresince çalışmalarına da devam etti. Daha sonra ikinci oğlu Çınar’ a hamile kaldığında ise meme kanseri olduğunu öğrendi ama tıpkı hastalaraına verdiği umut ışığını kendi içinde sürdü ve bu iki hastalık onu hiçbir zaman yıldırmadı.
Halbuki o sadece kendisi ve çocukları için birşeyler yapabilecekken cüzzamla mücadeleye adadı kendisini . Herkes cüzzam hastalarından kaçarken o çaylarını içti, “Onlara dokunun” dedi. Ama hayatının son günlerinde evi basıldı. Tepki büyüktü, cenazesindeki kalabalık gibi. Ama yaşarken olduğu gibi ardından da çok şey söylendi. “Misyoner” dendi ya da “komünist” Doğu’daki kız çocuklarının okumasını sağlamak amaçıyla açtığı ÇYDD( Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği) bazı kurum ve kuruluşlar tarafından yadırgandı ve halkın bazı kesimi tarafından Hıristiyanlığı yaymaya çalışıyor diye suçlandı. Ama bu tavırlarlarda kendisni yıldırmadı ve kardelenlerine okuma şansı verilmesini sağlamak için o ve tüm ekip arkadaşları savaştı.

Almış olduğu ödüller ;

*1996da İstanbul Üniversitesi kendisine "Atatürk İlke ve Devrimleri" ödülünü vermiştir.
*İngiltere dermatologlarının derneği olan Dowling Kulübü (1978) *Kuzey Amerika Klinik Dermatoloji Derneği (1996) tarafından onur üyesi seçilmiştir.
* Ülkemizde Yılın Kadını Ödülü (1990) ,
* Melvin Jones Ödülü (1991) ,
*Atatürkçü Düşünceye Hizmet Ödülü İncirli Lions (1996) ,
*Kuvayi Milliye Ödülü Haliç Rotary (1997) ,
*Fahrettin Kerim Gökay Ödülü Türk Lions Vakfı (1997) ,
*Türkiye Ziraatçiler Birliği Dayanışma Ödülü (1998) ,
*75. Yıl Ödülü Türk Kadınlar Birliği Şişli Şb. (1998) ,
*Uğur Mumcu - Muammer Aksoy Ödülü ADD İstanbul Şubesi (1999) , *Rıfat Ilgaz Kültür Merkezi Onur Ödülü (2000) ,
*İtalya "Foyer des Artistes Kurumu Ödülü" (2001) ,
*Cüzzamlı Hastalara verdiği uzun süreli hizmet ve getirdiği bakış açısı nedeniyle "Hasta ve Hasta Yakını Hakları Derneği 2001 Yılı Ödülü", *Atatürk Ödülü Amerika / Atatürk Topluluğu (2001) ,
* Sanat Kurumu Onur Ödülü (2002) ,
* Atatürk / Çağdaşlık Ödülü Dünya Atatürkçü Kuruluşları (10 Kasım 2003) ,
*Üstün Hizmet Ödülü Yıldız Teknik Üniversitesi (2004) ,
*Eğitime yaptığı katkılar nedeniyle "Eğitim Ödülü" TED Koleji, *Kendinden once hizmet" ilkesine örnek davranışı nedeniyle "100. Yıl Mesleki Başarı Ödülü" Rotary Kulübü,
*İnsan Hakları Ödülü İzmir Karşıyaka Belediyesi (2004) ,
* Türkiyenin En İyi Eğitimcisi Ödülü - Tempo Dergisi (2004) ,
*Kültür Üniversitesinin İstanbul genelindeki üniversitelerin öğrenci ve öğretim üyeleri arasında yaptığı anket sonucunda "Yılın En Yürekli Kadını Ödülü" (2004) ,
* Puduhepa Ödülü - Adana Kütür Sanat Derneği (2005) ,
*Meslek Hizmetleri ÖdülüAnkara Emek Rotary Kulübü (Ekim 2005) , *Toplumsal Barış Ödülü - Barış Radyo,
*İnsan Hakları, Demokrasi, Barış ve Dayanışma Ödülü - SODEV Sosyal Demokrasi Vakfı (2005),
*İyi Kalpli Ol Ödülü- Türk Kalp Vakfı (2006) ,
*"Yılın Başarılı İş Kadınları Ödülü-Dünya Gazetesi (2006) ,
*ÇEK Eğitim Ödülü, Çağdaş Eğitim Kooperatifi (2006) .

Gönüllü kuruluş olarak; ÇYDDnin Genel Başkanlığını, TÜRKÇAĞ ve KANKEV Vakfı Başkanlığı ile Cüzzamla Savaş Derneği ve Vakfı Başkanlığında çalışmıştı.
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından 31 Mart 2000 tarihinde Sosyal Hizmetler Danışma Kurulu üyeliğine seçilmiştir.
10.Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından 2 Şubat 2001de YÖK üyeliğiyle görevlendirilmiş ve bu görev Şubat 2007de bitmiştir.
2003 - 2004 arasında Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu üyeliği ve İstanbul İl İnsan Hakları Kurulu üyeliklerinde bulunmuştur.

Yayımlanan yazıları ve kitapları;
2005 yılı başı olarak, toplam 440 yayını bulunmaktadır. Bunların 50 si yabancı dergilerde yayınlanmış tıbbi çalışmaları, 204ü tıbbi, sosyal ve siyasal içerikli gazete makaleleri, 186sı ise Türkçe tıbbi dergilerde ve kongre kitaplarında yayınlanmış araştırma, derleme ve olgu bildirimleridir.

- Hayvanlar ve Çocuklar
-Geçmişten Geleceğe Radyo Cumhuriyet’te Çağdaş İnsan Söyleyişileri
- At Kız (Kendi yaşamından ilk onyedi yılını anlattığı kitap)
-100 Soruda Sivil Toplum
-Cumhuriyet’in Bireyi Olmak
Son isteği ise;
Saylan, kız öğrenci sayısının 36 binden 100 bine çıkarılmasını, Türkiye`deki her köye bir okul yapılmasını ve her kasabada kız öğrenci yurdu yapılmasını istedi

25 Eylül 2010 Cumartesi

Yüreğim bugün yine çok kırgın !

Öyle kırgın öyle dolu ki yüreğim her nefes alışım da param parça olduğumu hissediyorum . Acı çekiyorum .Neyin acısı diye merak ediyorum sonra aşk değil! Evet evet aşk kesinlikle değil!...
Peki ya ney ??
Düşünüyorum amansız bir şekilde ve buluyorum insanlar beni çok kırdı çok ...

23 Eylül 2010 Perşembe

Güneş Kız...








Bu dönemki tüm sıkıntılarımın için beni mutlu eden tek güzellik :) İyi ki bu güzelliğin fotoğraflarını çekmişim .Kim bu diye sormayın sakın bende tanımıyorum :D

Küfür küfür küfür :@

Kaçıp gidesim var o dayetmedi değil mi ağız dolusu küfredesim var :@

21 Eylül 2010 Salı

Balat'ta hayat ...









Geçen pazar arkadaşlarımla Balat'a çekim için gittiğimizde işte benim objektifime düşen bir kaç kare çok var ama buaraya hepsini yüklemem imkansız :D
Belki bir ara kolaj yaparım :D

18 Eylül 2010 Cumartesi

Çocuklarınızla konuşun...




Bir gün susmayı öğrendim.



Öyle bir sustum ki belki sonsuza kadar susacaktım. Çünkü susmak benim küçücük dünyamda babamla kurduğum iletişim tarzıydı. Babam akşamları eve yorgun dönerdi. Ben bütün gün evde sıkılır, onun gelişini iple çekerdim. Daha o kapıdan girer girmez boynuna atılır onunla oynamak isterdim. Babam sarılır, öper sonra da, hadi odana git, derdi. Yemek hazırlanınca annem çağırır bu defa masada bir araya gelirdik babamla. Onlar annemle konuşurken ben araya girer, sesimi duyuramayınca da bağırırdım. Babam sinirlenir, 'Bütün gün insanlara kafa patlatmaktan bunaldım, birde sen kafamı ütüleme!' derdi. Annem de 'Bütün gün zaten seninle uğraştım, bir çift laf da mı konuşturtmayacaksı n babanla?' diye çıkışır, beni odama gönderirdi. Çaresiz bir şekilde boynumu büker odama yani hapishaneme doğru yol alırdım. Babam arkamdan, 'Bizim bir odamız bile yoktu, her şeye sahip, hâlâ ne istiyor anlamadım.' diye bağırmaya devam ederdi. 'Keşke benim de bir odam olmasaydı, keşke bizim de evimiz bir odalı olsaydı da hep birlikte otursaydık' derdim içimden; ama yüksek sesle söylemeye cesaret edemezdim.



Yemekten sonra babam kanepeye uzanır, eline kumandayı alır, televizyon seyrederdi. Beni yanına çağırır biraz severdi. Onun izleyeceği önemli birşey varsa beni adeta yerimden bile kıpırdatmazdı. Azıcık hareket edip koşup oynamaya çalışsam oda hapsim yeniden başlardı. Bir gün anladım ki susunca babamla daha iyi anlaşıyoruz. Bu defa susarak yapabileceğim oyunlar geliştirmeye başladım.



Önce resim yaparak başladım işe. Babam çizdiğim resimleri çok beğeniyor; 'Bak, böyle uslu uslu oyna işte.' diyordu. Babam bazen göz ucuyla bakıyor, resimle ilgili bir şey sorsam afallıyordu. Ama bana kızarak beni artık odama göndermiyordu. 'Son günlerde ne de akıllandı benim oğlum.' diye komşulara anlatıyordu annem halimi.



Resimlerim arttıkça ortalık dağılmaya başladı. Annem 'Odanı topla!'diye odama kapattığında işe nereden başlayacağımı bilemiyordum. Ben bunlarla uğraşırken zaman geçiyor; ama odamı toparlamayı beceremiyordum. Annem odama gelip 'Bak sana resim yapmayı yasaklayacağım. ' dedi bir gün. Susuyor olmamı usluluk olarak değerlendiren ailem resim yapmayı da elimden alırsa ben ne yapacaktım?

Bu düşüncelerle bir aile tablosu yaptım. Babam eve gelince uygun zamanı kolladım. Her zamanki gibi yemekler yendi, odaya geçildi. Babam oturur oturmaz çizdiğim resmi getirdim. Babam baktı. Hım, dedi 'Çok güzel olmuş. Bu adam benim herhalde.' dedi. Ben 'Hayır o adam değil, bu çocuk sensin.'dedim. O 'Hayır, bu adam benim, bu çocuk sensin, bu küçük kız da arkadaşın.'dedi. Ben yine 'Hayır, o büyük adam benim, bu küçük adam sensin, bu küçük kız da annem.' dedim. Babam benimle uğraşmaktan vazgeçip: 'Peki neden bizi küçük çizdin?' dedi. Heyecanla başladım anlatmaya. Ben büyüyüp adam olacağım. İş bulup çalışacağım. Siz yaşlanıp küçüleceksiniz. Beliniz ükülecek, komşumuz Ahmet amca ile Ayşe teyze gibi küçücük kalacaksınız. Ben işten geldiğimde yorgun olacağım. Siz benimle konuşmaya çalıştığınızda işyerinde kafam şişmiş olacağından sizi duymayacağım bile. Siz benimle bir şeyler paylaşmak istediğinizde 'Hadi odanıza çekilin de kafa dinleyeyim.' diyeceğim. Ve bir de bağıracağım 'Her şeylerini alıyorum. Sıcacık odaları da var, daha ne istiyorlar' diye.



Annemle babamın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Duyduklarına inanamıyorlardı .. Bana sarılıp beni öyle içten bir okşayışları vardı ki sonsuza kadar konuşsam hiç bıkmadan dinleyecekler gibiydi.



Farkında' Olmalı İnsan...



Kendisinin, Hayatın Olayların, Gidişatın Farkında Olmalı.



Ömür Dediğin Üç Gündür, Dün Geldi Geçti Yarın Meçhuldür, O Halde Ömür Dediğin Bir Gündür, O Da Bugündür.



ALINTI


Gelelim benim yorumuma;

Publiylus Syrus; “çocuğuna servet bırakmak isteyen anne baba ona iyi dinlemeyi öğretmelidir” diyor.

Peki ya anne ve babalar ne kadar dinlemeyi biliyor? Neleri paylaşabil...iyor çocuklarıyla? Nasıl gösteriyorlar sevgilerini? Dahası acaba başarabiliyorlar mı ANNE ve BABA olabilmeyi?

Keşke koşullar dâhilinde değil de yürekten hissettire bilseler onlara olan sevgilerini...

Aslında anne ve babalarından istedikleri şey çok değildir. Sadece sevginin dili bilmek gerekir.

Onların kişiliklerini oturtacak ve kendine güvenlerini sağlayacak güzel cümleler.. Onlarla geçirile bilecek sağlıklı bir zaman, mutlu olmalarını sağlaya bilecek belki küçük hediyeler, yapabileceklerine inandıkları işlerde onlarla konuşarak size yardımlarını sağlamak. Ve en önemlisi, fiziksel temas. Şefkatle küçücük bir dokunuş ya da yanağına usulca kondurula bilecek öpücük.
Sonra, seni seviyorum kelimesi en masum varlıklara söylemek öylesine önemli ki …

Düşününce hiç de zor değil de bunların hiç biri neden yapılamaz hala anlayamıyorum!..

"Duymak, dinlemek, konuşmak ve hissettire bilmek çok önemli !”

15 Eylül 2010 Çarşamba

Yalnızlık !...

Ey!Portakal rengindeki hayat sanırım yalnız kalmaya ihtiyacım var!!!Şöyle yanımda en iyi dostumla birlikte ama hiç konuşmadan saatlerce yürümek istiyorum .Sonra bir banka oturup denizi izlemek ve sessizce kitap okumak istiyorum!...

12 Eylül 2010 Pazar

...






Kapı çalındı ve SUS içeri girdi ...SESSİZLİK ise ona eşlik ediyor şimdi!...

8 Eylül 2010 Çarşamba

Kırgın Mıyım?




Kırgın mıyım? Çokça....Peki nasıl geçer bu. İnsanların yüreğinizde açtığı yaralar ne ile geçer,ne örter üstünü?Neden kaybetmek kolaydır her zaman da ,kazanmak zor. Bile bile nasıl hoyratça harcarız ki sevgileri. Kırıldı mı; içinizdeki tüm kuşlar göç hazırlığına başlar ve sesizce terkederler, zamanın geldiğini bilerek habersiz. Öyle; işte öyle bir şey...!Kızmış olsan bile, bir daha yüzünü görmemek hangi kalıba sığar, bir insanın; yaşamın kısalığında...

Kırgınım! Bir vazo yere düşer, ya da bir bardak,cep telefonu,oyuncak bebeğiniz,mutlak en çok sevdiğiniz şey,bir uçurumdan aşağı düşer gibi çok yüksekten düşer ve paramparça olur, paramparça; öyle küçük parçalara ayrılır ki, öyle küçük parçalara....Bu; işte böyle bir şey...!

Kalbim mi,yüreğim mi ,beyni mi düşen ve parçalara ayrılan ve hangisi daha çok hissediyorsa bilmem...

Beynimde dönen sözler,bu son mesajım diye başlamadan önce hiç düşünmezler mi insanlar, kaçırdıklarını; bir daha geri gelmeyecek dünleri ve yarınları. Bunlar nasıl sözlerdir ki saplandıkça oklar yüreğe daha derin izler bırakır? Bu nasıl sözlerdir ki,varı yoğu siler, götürür? Bu nasıl bir şeydir ki bazı insanların sözlerine gülerken bazılarının ki canınızı acıtır? Bu; öyle işte, öyle bir şey...!

Zaman ilaç mıdır yaralara. Oysa bazı yaralar vardır hiç kapanmaz, ne kadar kötü olursa olsun adına sevilen denilenin ,verdiği tüm zararları yüklenip, gülümsersiniz. Zaman her yaraya değildir ilaç. Sadece yüreği dağlayan ateş azalır ya da alışılır yürek ağrısıyla yaşanmaya ama bir gün bir yerde ansızın ateş geri döner veya yürek ağrısı ansızın şiddetlenir; bir anıyla, bir şarkıyla bir şiirle, bir kokuyla... Hayat böyledir ; garip ayrıntılarla dolu, hiç beklemediğimiz bir zamanda yüzümüze değer tokadı. O saatten sonra, eğer varsa hataların; pişman olsan ne yazar, üzülsen ne! Önemli olan yaşarken pişman olmamak, çokça yüreğin sesini dinlemektir...Yüreğin bir sesi vardır başka,en güzel dostudur mantık katı kuralları fazla hatırlanmadan tutabilirse, yüreğin eli; elini...

Zaman ilaç olmuyor bana,hiç olmadı da zaten.Yara izleri okların saplandığı gibi duruyor,çizildiği gibi duruyor.Bu böyle bir şey, işte tam böyle...

Bazen keyifli yüzlerce büyük şey olsa bile, yüreğinizde yağmur varsa ve ya yağmur bile olmayacak gibi bir buz kütlesi duruyorsa; donmuş, güneşe dönmeli yüzü...Sizin güneşiniz her neyse, bir dost,bir kitap, bir müzik,bir fotoğraf,bir yüzük, neyse, her neyse...

Kırgın mıyım?Kırgınım, hem de çokça. Büyük harflerle yazmalı, altı çizilmeli ve en kısa zamanda güneşimi bulmaya gitmeli



-alıntı-



Bugün gerçekden de çok kırgınım tüm herkese...
Kırmamak için onları çekildim köşeme susuyorum sadece ..

6 Eylül 2010 Pazartesi

Çengelköy de Muhteşem Bir Pazar Günü ..

Çengelköy ve dün nasıl güzeldi anlatamam . İstanbul da şahane bir pazar günü dışarıda hava yağmurlu , herşeye rağman yılmayan abla kardeş karar verdik dışarıda buluşmak için ve mekan ablam tarafından seçildi. ÇENGELKÖY!

Yıllardır gitmek isteyip de gidemedğim o güzelliğe dün kavuştum sonunda... Küçüklüğümde "Süper Baba" adında bir dizi vardı çok severdim belki sizlerde hatırlarsınız .Hatırladınız mı?
-Haaa tamam bildik derdiğinizi duyar gibiyim. :) İşte, o diziyle başlamıştı benim Çengelköy ile olan aşkım ama sonun da yıllardır beklediğime deydi be kardeşim!

Abla ile beraber Erbap kafede buluşuldu ve saatlerce oturuldukdan sonra hadi yağmurda ıslanalım dendi.Ve sonrasın da ablam burayı hatırladın mı gibi sorular yönelti.. Bende ki yanıt ise;
- Evet abla, hatırladım.( Nasıl unutabilirim ki , yıllardır izlediğim bir diziydi ve her yer hafızama kazılıydı :) )

Gün sonuna doğru Çınaraltına gidildi ve karınlar doyuruldu.Üstüne çaylar ve sigaralar tüttürüldü :) Ohhhh mis :d
Sonra ablam ile yaptığım keyifli bir muhabbet ve alışveriş :D
En üzücü kısmı ise veda anı oldu çünkü , ben çok eğlenmiştim ve eve gitmek istemiyordum . Ama olsun herşey tadında güzel :D
Sonuç olarak ; Çengelköy'e gidilmeli ve şahane bir gün geçirilmeli :)















31 Ağustos 2010 Salı

Pucca ..




Bu kitabı okuyan var mı ?
Son zamanlarda en çok satanlar arasında başı çekiyor...Yani kendisi halay başı diyebilirim :) Ve okuyanlar çok eğlenceli olduğunu yazmışlar her yerde ...
Eeee peki sizin aranızda okuyan var mı?

30 Ağustos 2010 Pazartesi

DÜŞ YORGUNU/GÜLNAZ ELİAÇIK


Hiç sevmedin sen beni… Darağacına kurulmuş düşler sokağında geçti ömrüm, söyleyeceğin tek bir sözü beklemekte gönlüm…

Puslu bir suskunluk var şimdi gözlerinde. Hiç gülmezdi yüzün, kaşların her daim çatıkdı gönlüme.

Sen beni hep çok gördün kendine, az geldim kendime, yetemedim yine düş sokağında darağacı kurmuş gönüllere.

Düş yorgunu hayaller satıyorum alan çıkmayacak mı? En indirimli fiyatıyla hem de, kredi kartına on aşk taksidiyle! Yağmur yağmış biraz üzerine, rüzgâr değmiş tenine ama ütüsü hiç bozulmamış, dikişi sağlam bir düş satıyorum size. Alan yok mu yine?

Küçücük bir kız çocuğuyum hâlâ, izin verselerdi düşler kuracaktım yarınlara… Sıfır beş yaş arası aşkım sürüyor hâlâ ama sen hiç bakmadın bana! Soğukluğunla mundar ettin bende ki sevdayı da!

Yorgun düşler var gönlümü kiralamaya aday, fiyatta anlaşamıyoruz yine! Arkasına baka baka uzaklaşan düşler var ellerimde! Düşler sokağına yarınlarımı bırakıyorum yine. Mümkünü yok muydu beni biraz sevmenin, sevmesen bile sever gibi görünmenin? Bu kadar zor muydu iki kelimelik bir cümleyi kurmak. Ah! İşkence ettiğin yanlarım, ruhumda bıraktığın izbe yaralar…

Bir çocuk bunca yenilgiyi nasıl taşırdı ki omuzlarında? Ben taşıdım baba, sevgiziliğine rağmen sevdim seni. Geceleri üzerimi örtmedin belki ama düşlerim başkahraman olarak hep seni seçti.

Başımı okşadığını hiç bilmem nedense. Oysa saçlarım parmakların arasında ılgıt ılgıt gezinmek istemişti. Anadolu’da böyleydi erkeklik belki de, uyuduğumda severmişsin beni, annem hep öyle söylerdi.

Sahi geceleri üzerimi çok açar mıydım baba, geceleri uykunu bölüp kaç kez üzerimi örttün acaba? Bir kerecik olsun üzerimi örterken uyanmayı dilemiştim küçük ölüme yatmadan daha? Hiç uyanamadım ama görmedim hiç üzerime eğilişini.

Ayaklarına terlik giy, sırtına hırka, deyişin hala kulaklarımda. Hadi şimdi de söylesene baba, kulaklarım o azarlı sevgiyi istiyor yine. Sen en çok azarlarken severdin beni de.

Sen yoksun, ayaklarımda ki terlikler yine masa altına tünemiş, hırkalar askıları ısıtır oldu, üzerine al diyen yok ya sırtıma giymek gelmiyor aklıma!

Toprak bizi yendi bana, toprak bizi yendi!

Her gece düşlerimde sarıldığımsın artık benim, saçlarımı usulca kavrayan, dizlerine yatırıp devler ülkesinden masallar anlatan, ellerim üşüdüğünde iki elinin arasına alıp nefesiyle ısıtan adam; babam!

Bir kere olsun kokuna bulanmak istiyor tenim. Öpmek istiyorum yüreğinden seni, kaldır buzları aradan. İçimdeki sevda beklerse az daha küfünden sevilmeyecek!

Kırpık hayaller var ellerimde, çocukluğumdan kalma yaralar. Akşam gezmelerinin dönüşünde salıncakta sallanan bir kız var düşlerimde. O salıncağın yerini otopark yaptılar şimdilerde. Hayallerimin üzerini örtemedi ama hiç kimse. Yol ağzından geçerken o salıncağın sokağı inleten gıcırtısı hâlâ üzerimde…

Şimdiler de seni sana yazıyorum ha bire! Ellerimde kalan hiçbir şey yok sana dair ama içimde hatıran öyle çok ki. Tek bir günü bekliyorum babam, sadece o günü sana sıkı sıkı sarılacağım ve hesapsızca ağlayacağım o günü.

Gün geceden doğarmış ve gece yine güne dönermiş. Birbirimizi hırpalayıp yine soluğu kendimizde almamız gibi. Ne diyorlardı buna şimdiki adıyla, hah! Tamam, buldum baba ; “Kuşak çatışması” deniyordu galiba!

Kuşaklar arası otobüslerde inecek ortak bir durak bulamadık belki de. Ama hiçbir zaman yalnız bırakmadık da birbirimizi.

Şimdi yokluğun sıfırın altında eksi on derece! Buz tutum sensizlikte! Bunca yazarken sana yüreğimin buzunu eritecek bir cümle arıyorum belki de, yok ama! Sensizken kurulan her cümle bile öyle yavan ki!

Olsan şimdi yanı başımda, televizyon seyrederken söylensen yine, siyasetçilere sövsen, futbolculara taktikler versen, gece yarılarına kadar politik tartışmalar izlesen. Bana yine saati hatırlatsan… Ah ah , keşke yanımda olsan.!

Şimdi “gücüm ne toprağı yenip sensizliğe ulaşmaya yetiyor” ne de yokluğuna katlanmaya!

Bana dair ne düşlerin vardı kim bilir, hepsini yıktım, bir şey olmaktan çok kocaman bir hiç oldum. Göğsünü kabartacak bir eylemim olmadı, kızdın bana. Sözlerinle yaraladın, yaralar kabuk bağladı baba, nerdesin? Çağırsam duyulur mu sesim? Sesime ses verir misin?

Her gidişin bir sebebi vardır ya babam, senin sebebin neydi? Kimler üzdü seni de ilk defa “bir şey istiyor musunuz akşama” demeden çıktın evden. Eve dönme saatin geldiğinde kulağım hâlâ kapıda bekler, sanki geleceksin diye. Kabullenmiyor gönlüm gelemeyecek kadar uzağa gittiğini.

Gittin, ardında kocaman bir yokluk bıraktın ellerimde. Düş yorgunu hayaller taşıyorum sana dair sol yanımda. Ve sıcaklığını isminin yazdığı o buz gibi taşta saklıyorum hâlâ…

Oysa neler düşlemiştim adına, yokluğunu varsaymak bunca söyletiyorsa beni varsayımdan çıkan bir yokluğu düşlemek gelmesin hiç aklıma!

Gülnaz Eliaçık
Ocak-Şubat 2009

Bu güzel yazı için canım arkadaşım Gülaz Eliaçık'a teşekür ederim .

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Mutluluk !




Bugün nedendir bilmiyorum ama içimde acayıp bir mutluluk var. Garip bir sırıtma oturyor yüzüme :D Hayır bu durumdan kurtulmak için kendimi zor tutuyorum insanlar bu kız neden sırıtıyor kendi kendildisine diye dememeleri için ama napayım çok mutluyum çokkkk !

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Listemdeki Kitaplar ...

Uzundur kitap alıp okuyammaış bir kişi olarakdan hayalini kurduğum bir kaç kitap ...Gözü kör olsun bu parasızlığın ne diyebilirim ki başka :(








Arka Kapak

Ahmet Ümit'in beklenen romanı İstanbul Hatırası 1 Haziran tarihinde okurlarla buluşuyor. Romanlarında zengin arka planı polisiye kurgu içinde vermekteki ustalığı ile bilinen Ahmet Ümit'in bu romanı da yine peş peşe işlenen cinayetlerin çevresinde kurgulanmış. Ancak bu kitabı sıradan bir polisiye romandan ayıran birçok özellik var. Her şeyden önce zengin kadrosu ile İstanbul Hatırası, çeşitli kesimlerden İstanbulluyu bir araya getirerek içinde barındırdığı alt öykülerle zengin bir yapı sunuyor. Birbirine bağlanan bu alt öyküler bir yandan gerilimin etkisini artırırken bir yandan da romanı şenlikli ve çok yönlü bir yapıya ulaştırıyor.
Kitabın bir başka önemli özelliği de İstanbul hakkında son derece detaylı bilgi içermesi. Kurgunun içine yerleştirilen bu bilgiler hem okumayı daha meraklı hale getiriyor hem de tarih aracılığıyla çok günümüzün dışındaki öykülerin de kurguya yerleşmesine imkan tanıyor. Böylece Ahmet ümit'in İstanbul Hatırası adlı romanı, başka başka dönemlerin öykülerinin eşliğinde, günümüz İstanbul'unun geniş bir panoramasını oluşturuyor. Tutucusundan modernine, eski İstanbullusundan yeni göç etmişine, milliyetçisinden gayrı Müslim'ine varana dek İstanbullu diye adlandırılabilecek herkes bu kitabın içinde kendi öyküleriyle birlikte İstanbul'un devasa çarklarının dişlilerini dile getiriyor. Binlerce yıllık tarihiyle İstanbul başrolü oluştururken romana girip çıkan her karakter de İstanbul'un nasıl İstanbul olduğunu aktarıyor.


Yazar:Ahmet Ümit

Sayfa Sayısı: 590
Dili: Türkçe
Yayınevi: Everest Yayınları




İnci Aral
TURKUVAZ KİTAP

Acısını suskunluğa dönüştüren bir çocuk, kaybettiği annesiyle kâğıt üzerinde yeniden karşılaşıp onun küçük bir ajandaya düştüğü duygu ve hatırlayışların diliyle edebiyatı keşfettiğinde nasıl olup da kendi sesini duymaya başlar?

İnci Aral, otuz yılı aşan edebiyat uğraşının bu noktasında duruyor ve Tolga Meriç’in sorularına verdiği yanıtlarda kendini, tıpkı romanlarından birinin kahramanıymışçasına irdeliyor. Parçalanıp dağılmış bir aile, beslemelerle paylaşılmış odalar, parasız yatılı okullar, mektuplar, yolculuklar, uçurumlar, şehirler, şarkılar ve tabii öldürücü aşklar ama hepsinden daha büyük bir aşkla bağlanılmış kitaplarla kâğıtlar.

"İnsan unutmak zorundadır. Ama bu unutmanın kendisi değildir. Unutmak yoktur," diyen İnci Aral’ın hem özel hem de yazarlık dünyasını okurun açtığı, yazıya adanmış kalbinin ve zihninin bütün odalarını tek tek dolaştığı bu anlatı, hayatına edebiyatın, edebiyatına hayatın ışıklarını düşürebilen bir yazarı daha iyi tanımak, yazdıklarının derinine girmek ve yazma tutkusunun ne olduğunu anlamak isteyenler için...






Bıkma Yaşa
Aydın Boysan


Bıkma Yaşa
Aydın Boysan
Aydın Boysan’ın 37. kitabı BIKMA YAŞA, zekâ ve neşenin keskinleştirdiği mizahla 89 yaşın hayat tecrübesini bir araya getiriyor. Dostlar ve anılar usta yazarın kalemiyle yeniden canlanıyor. Aydın Boysan okurlarını sadece geçmiş günlerde değil, yine dünyanın dört bir yanında dolaştırıyor. Sanat, mizah ve içki konusundaki sohbetle renklenen BIKMA YAŞA, Aydın Boysan’ın zaman ve evren konusundaki düşünceleriyle katı gerçeklere neşe katıyor...
(209 Sayfa)
Yazar : Aydın Boysan
Yayın evi : Is Bankasi Yayinlari






Kitabın Adı Kızlarıma Mektuplar
Kitabın Yazarı Emre KONGAR
Yayınevi ve Adresi Remzi Ktabevi, İstanbul
Basım Yılı 2001

KİTABIN ÖZETİ

Emre KONGAR bu kitabında; Amerika Birleşik Devletleri'ne eğitim-öğretim görmek amacıyla, birer yıl arayla giden ikiz kızlarına hitaben yazdığı 22 mektubu okurlarıyla paylaşmaktadır. Mektuplar; her ne kadar hasretlik ve gurbette olmaktan dolayı duygusal öğeler içerse de, yazarın baba kimliğinden daha çok bilim adamı kimliğini ön plana çıkarmaktadır. Okur, kitapta, yazarın kızlarıyla doğumlarından bu yana olan ilişkilerine göz atma fırsatı bulurken aynı zamanda büyük kentte yaşayan, ebeveynleri çalışan çocukların dünyasını inceleme ve bunları Türk toplumu açısından değerlendirme olanağı bulmaktadır. Mektupların hemen hemen hepsi "Sevgili Kızlarım" hitap sözüyle başlayıp "...babanız" imzasıyla bitmekte ve okur çok rahatlıkla "kızlarım" sözcüğü yerine kendi adını koyup mektupların muhatabı, "...babanız" sözcünü değiştirip bir anda mektupların yazarı durumuna gelivermektedir.

Bir babanın çocuklarıyla birlikte geçirdiği yılların ardından, onlar evden şu veya bu nedenle ayrıldıklarında kendisiyle hesaplaşma zamanı gelmiştir. O halde yapılacak ilk iş kendisini sorgulamak olmalıdır. Birlikte geçen yılları irdeleyip "daha nasıl yararlı olabilirdim?" ve "çocuklarıma daha fazla katkı yapmanın yolları nelerdir?" sorularının yanıtlarını arayarak ulaştığı sonuçları yine onlarla paylaşması gerekmektedir. İlk mektuplardaki duygusallık, "keşke şunları yapsaydım da bunları yapmasaydım" ikilemi şeklindeki iç hesaplaşma öğeleri, daha sonraki mektuplarda yerlerini, evden ayrılan çocukları belirli süre göremeyecek olmaktan kaynaklanan koruma ve yol gösterme içgüdüsüyle oluşturulmuş öğütlere bırakmaktadır.

Mektuplar, gidenle kalanın birlikte geçirdiği yılları irdeleyen, mektubu yazanın kendini sorguladığı hatta tüm yaşamı analiz ettiği ve ulaşılan sonuçların paylaşıldığı en yalın dille yazılmış, samimi itirafları ve yaşam sentezini kapsayan yazın eserleridir.

İnsanlar zaman zaman evlerinin pencerelerine gelip gece dışarısını seyrederler. Her yanan ışık bir evi, her ev bir aileyi, her aile birçok yaşamı barındırır içerisinde. Kim bilir o evlerde yaşanan sevinçler ve üzüntüler nelerdir? Ne tür olaylar ve duygular yaşanıyordur? Oysa tek başına bakıldığında her yaşam ayrı bir bireye aittir ve ona özeldir. Dolayısıyla birey zamanın ve mekânın sonsuzluğunda aslında yapayalnızdır. Bu yalnızlığı en iyi genç kızlarımız algılar. Çünkü onlar; hem bu evrensel düzenin, dünya denen küçük gezegendeki yaşam biçimini, insanlığı sürdürmekte çok önemli bir işlev sahibi olduklarının bilincindedirler, hem de erkeklerden ve yetişkinlerden daha duyarlı olduklarından, içinde bulundukları evreni, bedenlerinin ve ruhlarının her zerresinde hissederler.
Böylesine üstün bir işleve, hatta insanlığın devamını sağlamaktan tek sorumlu olarak kendisini gören genç kızlarımız ne kadar özgürdürler? Aslında, hür irademiz sandığımız şey, genlerimizin belirlediği iç güdülerimizden ve çevremizin koşullandırdığı alışkanlıklardan ibarettir. Erkek egemen toplumlar yüzyıllardır kızlarımızın özgürlüklerini engellemeye çalışmışlar ve günümüzde de bu çabalarına devam etmektedirler. Oysa başta erkeklerin, sonra da toplumdaki tüm bireylerin özgür olabilmeleri için kızlarımıza sonuna kadar güvenilmeli ve onlara tam özgürlükleri verilmelidir.

Kıskançlık, hürriyeti engelleyen en önemli öğedir. Zira pek çok kişinin öne sürdüğü gibi, erkeğin sevdiğini başkasına kaptırma korkusundan ya da rekabet duygusundan değil sadece ve sadece ilkel bir egoizmden kaynaklanır kıskançlık. Erkeğin kıskandığı, kadının konuştuğu ya da selam verdiği kişi değil doğrudan doğruya, kadının, erkeğin denetimi dışında yani özgür iradesiyle davranması olgusudur. Çünkü kıskanan ve bunu şiddet yoluyla dışarı vuran erkek, aslında ilkel bir anlayışla, kadını malı gibi gören, onun özgürlüğünü ve özerkliğini, kısacası, kadının da kendisi gibi bir insan olduğunu reddeden erkektir. Hiç unutulmamalıdır ki kıskançlık hele hele aşırı kıskançlık, sevginin değil, ilkelliğin belirtisidir ve hiçbirimizin ilkel olma hakkı ya da özgürlüğü yoktur.
Her genç kız güzeldir! Fiziksel görünüm şüphesiz insanın kişiliğinin önemli bir parçasıdır. Ama yüzümüzün ve bedenimizin her parçasını değiştirme olanağı sağlayan estetik ameliyatların artık çok yaygın olduğu günümüzde, iç dünyamız ve bunun yansıması olan tutum ve davranışlarımız bir insanı güzelleştiren ya da çirkinleştiren daha önemli öğeler halini almıştır. O yüzden yaşama gülümsenmelidir. Çevredeki insanlara pozitif elektrik verilmeli, sempatik olunmalıdır. Güzel olmanın bir başka yönü de empatik olmaktan yani kendimizi başka insanların yerine koyabilme yeteneğinden ve vicdani dengeleri yerli yerine koyabilmekten geçer. O halde güzel-çirkin kız ayrımı, sempatik ve empatik olanlarla duyarsız ve kaba olanlar arasındadır.

Kızlarının ABD'deki eğitimleri boyunca yazmaya devam ettiği mektupları topladığı bu eserinde; Prof.Dr. Emre KONGAR'ın, yıllar boyu, gerek devlet kademelerinde gerekse özel sektörde elde ettiği yaşam deneyimlerinin bir çoğunu bulmak olası. Kitap, bir babanın kızlarına duyduğu sevginin toplumun içinde ve dışında, onlara hiç bir karşılık beklemeden aktarmasının yollarını gösteren bir rehber olarak ele alınıp okunmalıdır.


Not : Diğer kitaplarını beğeniyle okuduğum Emre Kongar'ın bu kitabınıda çok merak ediyorum acaba busefer neler öğreneceğim diye...

24 Ağustos 2010 Salı

Dikkat yarışma var!

Bu şahane yarışmaya hepinizi beklerim arkadaşlar !


2 Ağustos 2010 Pazartesi

Ölüm..




27 Temmuz Pazartesi gecesi sonunda hepimizin yüreği yangın yerine döndü.Kanser denen o illet hastalık teyzoşumu hepimizden kopartarak aldı götürdü.Bizleri teselli eden tek şey ise, son saatlerinde hiç acı çekmemesi ve beraat kandilinde ruhunu teslim etmiş olması oldu .Teyzoşum vefat edeceği zaman kelimeye şaadet getirmiş ,duasını okumuş ve huzur içinde ruhunu teslim etmiş.Kuzenim diyor hiç ama hiç acı çekmedi diye...

Ama ölüm haberi bize geldiği zaman evde yaşanan panik ise benim hala hafızamda ... Aman annem duymasın oldu o gece sabaha kadar anneme belli bile etmedik sabah olunca bir şekilde öğrenicekti çünkü, söyleyecekti yada duyacaktı zaten. Anneme hemen söylemememizin sebebi ise annem ogün akşama kadar teyzoşumun yanındaydı ve eve geldiğininde bize son duru hakkında bilgi verdi durumu çok ağır hazırlıklı olun diye ama kendi hazırmıydı?
Hayır değildi.


Haberi annemden gizlemek zorunda kaldık çünkü günlerce hastanede kalmış ve yorgun düşmüştü kaldıramazdı ayrıca kalp hastasıydı onada birşey olacak diye çok korkduk .Gecenin bir körü eczaneleri gezerek sakinleştirici bulduk ve sonrasında ise sabaha kadar nöbet tutduk annemin telefonlarını gizledik daha da yetmedi yönlendirme yaptık ki uyanmasın diye sabah olunca hiç bişey yokmuş gibi kalkıp kahvaltısı yaptırdık zor günler onu bekliyordu ve güçlü olması gerekliydi :( O farkında olmadan ona sakinleştirici vermek zorunda kaldık ama o sırada gelen acı telefonla öğrendi annem durumu apar topar İzmit'e gittik ve teyzemin son yolcuğu için hazırlıklara başlandı .. Sonrasında cenazemizi alıp doğru Giresun'a götürdük ... Bütün köylü ve ailesi herkes hepimiz ordaydık ve dedik ki ne çok seveni varmış teyzemin ... Acı büyük söylenecek o kadar çok söz vardı ama anlatılamaıyor sadece bukadarı çıkıyor beyinden ...

Sen rahat uyu teyzoşum.Mekanın cennet olsun !

22 Temmuz 2010 Perşembe

Ama bende istiyorum ..




Bugün ne mi geldi aklıma?Niye bana kimse çicek almıyor yada yollamıyor ?
Tam da dert edilecek konu değil mi ama gelin görün ki ben bunu buğün aklıma takmış durumdayım.